Eylül ayında bir kez daha ince zevklerin, zamansız tasarımların ve kusursuz uyumun sahne aldığı gelin ve damatlara şahitlik ettik.
İlk olarak cemiyet hayatının genç temsilcilerinden Sima Tarkan ve iş insanı Mark Başoğlu’nun nikahına gidiyoruz. Sima, Begüm Salihoğlu imzalı ceketi ve Gaios marka saç aksesuarıyla hem farklı hem de çok zarif bir görünüm yakalamış. Salihoğlu’nun minimalist ama göz alıcı sırt dekolteli tasarımı Sima’nın sofistike stilini en güzel şekilde yansıtmış. İtalya’da gerçekleşecek olan düğünde nasıl bir gelinlik giyeceği büyük merak konusu.
Yine İtalya’da Roma’dayız. Ünlü oyuncular Pınar Deniz ve Kaan Yıldırım, yakın aile üyelerinin ve dostlarının katıldığı küçük ama şık bir nikahla evlendiler.
Gelin dünyalar güzeli ama Kaan Yıldırım, Tom Ford damatlığıyla o kadar iyi görünüyordu ki sanırım ilk kez bir damadın görünümü ve şıklığıyla gelinin önüne geçtiğine şahit olduk. Daha önce aynı takımı geçen ay Ed Westwick’in düğününde tercih ettiğini gördük. Tom Ford’un klasik takımları bile 240-340 bin TL arasında değişirken, Yıldırım’ın damatlığına büyük bir yatırım yaptığını söylemek yanlış olmaz. Pınar Deniz de Vivienne Westwood imzalı gelinliğiyle çok güzel görünüyordu. Markanın zamansız kesimleri ve sofistike detayları, Pınar’ın doğal zarafetiyle birleşerek onu dupduru bir gelin yaptı.
Bu gelinliği de daha önce Amy Jackson’ın Ed Westwick ile evlendiği törende ve geçen yıl Barbara Palvin’in düğününde de görmüştük.
Son çiftimiz de başarılı oyuncularımızdan Meriç Aral ve Serkan Keskin çifti. Yedi yıllık mutlu ilişkilerini kendilerine özgü, samimi bir törenle taçlandırdılar. Aral, gelinliğinde sadelik ve zarafeti tercih ederek çok dengeli ve tam kendi gibi bir seçim yapmış. Zaten duru güzelliği ve gerçek aşktan beslenen enerjisiyle düğününde ne giydiğinin çok da öneminin olmadığı bir gelindi Meriç Aral. Zarif ve doğal görünümüyle Meriç, düğün sezonunun en içten gelinlerinden biri olarak hafızalara kazındı.
SAĞLAM DURUŞUN MARKALAŞMIŞ HALİ
The Row markası, 2006 yılında Mary-Kate ve Ashley Olsen kardeşler tarafından kurulduğundan beri moda dünyasında sarsılmaz bir duruş sergiliyor. Kuruluş anından itibaren markanın kimliğini oluşturan temel unsurlar; yüksek kaliteli malzeme, mükemmel dikim, minimalist tasarım ve lüks fiyatlandırma oldu. Marka, trendler karşısında taviz vermeyen bir marka olarak, yıllar içinde bu duruşunu daha da güçlendirdi ve kendine özgü elitist imajıyla sessiz lüks akımının en parlak temsilcilerinden biri haline geldi.
Özellikle 2010’lu yılların başından itibaren, moda dünyası logomania rüzgarına kapılırken, marka kendine has sakin tavrını korudu. Logolarla bezenmiş, detaylı ve renkli koleksiyonların hakim olduğu bir dönemde, marka, sadelikten ödün vermeden kalitesini en üst seviyede tutmayı başardı. Bu tavır, markaya bir yandan elit bir duruş kazandırırken, diğer yandan da onu pahalı bir etiket stratejisiyle farklı bir noktaya taşıdı. Piyasanın ortalama fiyatlarının çok üstünde konumlanan koleksiyonları, sade ve sofistike tarzlarıyla diğer markalardan ayrılmayı başardı.
Bu istikrarlı elitist ve sessiz duruş meyvelerini toplamaya başladı. Chanel ve L’Oréal gibi devlerin finansal destek sağladığı marka, yaklaşık 1 milyar dolarlık bir azınlık hissesi satışıyla moda gündeminin en sıcak konusu oldu. Chanel’in sahibi Wertheimer ailesi ve L’Oréal’in sahibi Françoise Bettencourt- Myers’ın kontrolündeki yatırım fonlarının katılımıyla markanın, moda dünyasının en üst seviyelerine taşınması amaçlanıyor.
Ancak burada ilginç bir paradoks doğuyor. Zira The Row’un benimsediği bu sessiz lüks ve logodan arınmış tavır, perakende sektöründeki markaların radarına çoktan girdi bile. Örneğin, Massimo Dutti gibi, perakendenin snob yüzlerinden biri olarak bilinen markaların The Row’a olan benzerliği dikkat çekici. Tasarımcı markanın logo kullanmayan, minimalist tarzı, perakende markalarının atölye kalitesine yaptığı yatırımlarla birleşince, ortaya benzerlikler çıkmış oluyor. Sonuçta tasarımcı markanın sessiz lüksü, bir anda kitleselleşiyor gibi görünse de, gerçek farkı yaratan işçilik ve malzeme kalitesi hâlâ ortada. Büyük yatırımlarla gelen bu değişim, markanın gelecekteki performansına nasıl yansıyacak, bunu herkes gibi ben de merak ediyorum.
KIRMIZI HALIDA SADELİĞİN İHTİŞAMI
76.Primetime Emmy Ödülleri, Amerikan televizyonunun ve tabii Hollywood’un en iyilerini bir araya getirirken, kırmızı halıda yaşanan şıklık da göz doldurdu. Bu gecenin kırmızı halısı için sadeliğin ihtişamı ön plandaydı denilebilir. Selena Gomez, Elizabeth Debicki, Reese Witherspoon, Gillian Anderson, Jennifer Aniston, Dakota Fanning, Sofia Vergara ve Meryl Streep gibi yıldızlar göz alıcı görünümleriyle geceye damga vurdu.
Selena Gomez, vücut hatlarına mükemmel uyum sağlayan özel dikim Ralph Lauren elbisesiyle adeta parlıyordu. Elizabeth Debicki ise sade ve klasik kesimli, kadife bir Dior elbisesiyle minimalizmin ihtişamını yansıttı. Gecenin en şık isimlerinden biri olan Sofia Vergara, Dolce & Gabbana imzalı özel dikim elbisesiyle göz kamaştırdı. Jennifer Aniston, Oscar de la Renta imzalı elbisesiyle göz kamaştıran bir zarafet sundu. Markanın son dönemde dikkat çeken zanaatkarlık detayları, Jennifer’ın görünümünü bir adım öne çıkardı ve kırmızı halının en beğenilen isimlerinden biri oldu.
Erkeklerde ise Dan Levy, Loewe markasının imzasını taşıyan görünümüyle, Jonathan Bailey ise Giorgio Armani elbisesiyle şıklık yarışına katıldı. Gecede ilginç bir pişti de yaşandı; Eiza Gonzalez ve Rita Ora, çok benzer Tamara Ralph imzalı elbiseleriyle kırmızı halıda karşı karşıya geldi. Ancak Eiza Gonzalez, özellikle farklı dekolte seçimiyle bu şıklık yarışında bir adım öne çıktı ve daha ‘cool’ bir izlenim bırakmıştı.
Naomi Watts ise gecenin en çok eleştirilen isimlerinden biri oldu. Buruşuk görünümüyle eleştirilen Balenciaga elbisesi, maalesef kırmızı halıdaki zarafet beklentilerini karşılayamadı ve Naomi’yi gecenin ‘en rüküş’ ismi yaptı.
SOSYAL MEDYANIN GÜNDEMİNDEYİZ
Son zamanlarda sosyal medya platformlarında karşıma sıkça çıkan ‘Capital of Fake’ (sahte ürünlerin başkenti) başlıklı içerikler maalesef ülkemizin bu alandaki talihsiz yükselişini gözler önüne seriyor. Sahte ürün trafiğinin büyük ölçüde Türkiye’ye kayması ile belli ki Uzak Doğu’nun özellikle de Singapur’un birincilik tacını devralmışız. Özellikle Bodrum’da çarşı, Antalya’da merkez bölgesinde her gün yeni bir sahte ürün satan mağaza açılıyor. Diyeceksiniz ki bu sahte ürünler dünyanın birçok ülkesinde talep görüyor. O zaman neden sadece Türkiye konu ediliyor? Sosyal medyada özellikle sahte çantalarımız viral oluyor çünkü sahte ürünü en az orijinali kadar iyi üretiyoruz.
Egzotik deri gibi zor bulunan bir malzemeyi tedarik etmekle kalmıyoruz, bir de bu malzemeyle neredeyse orijinal çantanın tıpatıp aynısını çıkarabiliyoruz. Ve işin en ilginç ve viral olan kısmına geliyorum. Sahte çantada o kadar başarılıyız ki, orijinal çantanın etiketinden daha yükseğe satacak kadar kendimize güveniyoruz.
Replika sorunu yalnızca turistik çarşılarda sınırlı kalmıyor. Büyük perakende zincirlerinde de bu durum oldukça yaygın. Ünlü perakende markaları, lüks moda evlerinden ilham alarak tasarladıkları ürünlerle dünya çapında bir ilgi ve talep görüyor. Zara gibi markalar, designer (tasarımcı) markalarla yüksek ücretli anlaşmalar yaparak bu tasarım kopyalarını yasal hale getiriyor. Bu süreç, her iki taraf için de kazançlı bir anlaşmaya dönüşüyor. Designer markalar, “taklitler aslını yaşatır” söylemiyle, hem reklamlarını yapmış oluyor, hem de bu kopyalardan ek gelir elde etmiş oluyor.
Haber Kaynak : SABAH.COM.TR
“Yayınlanan tüm haber ve diğer içerikler ile ilgili olarak yasal bildirimlerinizi bize iletişim sayfası üzerinden iletiniz. En kısa süre içerisinde bildirimlerinize geri dönüş sağlanılacaktır.”
GÜNDEM
05 Ekim 2024SPOR
05 Ekim 2024GÜNDEM
05 Ekim 2024SPOR
05 Ekim 2024SPOR
05 Ekim 2024GÜNDEM
05 Ekim 2024GÜNDEM
05 Ekim 2024